Geçmiş yıllardan birinde Kayseri halkı neye uğradığını şaşırmıştı. Çünkü Kayseri kuruldu kurulalı böyle yanıp kavrulmamış, bir damla suya böyle hasret kalmamıştı.
Kayserili soluk alamayacak kadar bunalıyordu ve Kayseri, yaşanılmaz bir hamam sıcaklığında nemliyken kupkuru kavruluyordu. Toprak, kocaman yarıklarla ayrılmıştı. Ekin bitmiyordu.
Kayseri’nin bütün meşhur âlimleri, hacıları hocaları bir araya gelip konuştular, birbirlerine danıştılar. Sokak sokak, ev ev Kayseri’yi dolaştılar. Yağmurun kesilmesinin suçlusunu arıyorlardı. En küçük kötülükleri en büyük cezayla cezalandırdılar. Artık, Kayseri’de suç ve günah diye bir şeyin kalmadığına iyice inanınca, oturup sabîler hürmetine bu uğursuzluğun, bu korkunç cezanın bitmesini beklediler.
Kuraklık biteceğine arttı.
Fakat bu günahkâr kimdi? Kim olabilirdi?
Meşhur âlimlerin ilmi, derin hocaların olanca derinliği ve hacıların geniş sabrı, taş gibi bir çaresizliğin karşısında dağılıyordu.
Hasan Baba, bu sırada geldi Kayseri’ye.
Bütün umut kapılarının kapandığı, Allâh’a açılan ellerin titremekten gücünü yitirdiği ve yüzlerin sararıp yüz olmaktan çoktan çıktığı bir sırada…
Toprak, en umulmayan bir yerinden yarılmış da bir dupduru su bütün serinliğiyle fışkırmış gibi, uzun beyaz sakallı bir derviş, Kayseri sokaklarında görünmüş; gözleri ve yüzü yerde, adım adım Kayseri’yi dolaşmıştı.
Çevresinde yavaş yavaş artan kalabalığın farkında değilmiş gibi şehrin dışına çıkmış, halkın o güne kadar Bozdağ dediği dağa doğru yönelmişti.
Nihâyet sessiz derviş Bozdağ’ın eteklerine gelmişti.
O âna kadar hep öne eğik olan gözlerini ve başını kaldırmıştı; Bozdağ’a bakmıştı. Dudakları belli belirsiz kımıldamıştı.
Kalabalık, bu kımıldayan dudakların arasından pamuk yumuşaklığında bir sesin çıktığını duydu:
“-Destur ya velî!..”
Ve aynı kalabalık, hem bu pamuk sesle birlikte dağın kımıl kımıl kımıldadığını; derin, fakat güvendirici ve inandırıcı bir sesin dağın yan belinden aşağı geldiğini gördüler ve duydular:
“-Destur seninle biledir, ya Hasan!”
Donup kaldılar. Bu ne biçim işti böyle?
Nerden geldiği bile bilinmeyen bu garip dervişi, yıllar yılı Kayseri’yi gölgeleyen Bozdağ nereden tanıyordu? Dağ nasıl konuşuyordu, nasıl kımıldıyordu?
Kayserili soluk alamayacak kadar bunalıyordu ve Kayseri, yaşanılmaz bir hamam sıcaklığında nemliyken kupkuru kavruluyordu. Toprak, kocaman yarıklarla ayrılmıştı. Ekin bitmiyordu.
Kayseri’nin bütün meşhur âlimleri, hacıları hocaları bir araya gelip konuştular, birbirlerine danıştılar. Sokak sokak, ev ev Kayseri’yi dolaştılar. Yağmurun kesilmesinin suçlusunu arıyorlardı. En küçük kötülükleri en büyük cezayla cezalandırdılar. Artık, Kayseri’de suç ve günah diye bir şeyin kalmadığına iyice inanınca, oturup sabîler hürmetine bu uğursuzluğun, bu korkunç cezanın bitmesini beklediler.
Kuraklık biteceğine arttı.
Fakat bu günahkâr kimdi? Kim olabilirdi?
Meşhur âlimlerin ilmi, derin hocaların olanca derinliği ve hacıların geniş sabrı, taş gibi bir çaresizliğin karşısında dağılıyordu.
Hasan Baba, bu sırada geldi Kayseri’ye.
Bütün umut kapılarının kapandığı, Allâh’a açılan ellerin titremekten gücünü yitirdiği ve yüzlerin sararıp yüz olmaktan çoktan çıktığı bir sırada…
Toprak, en umulmayan bir yerinden yarılmış da bir dupduru su bütün serinliğiyle fışkırmış gibi, uzun beyaz sakallı bir derviş, Kayseri sokaklarında görünmüş; gözleri ve yüzü yerde, adım adım Kayseri’yi dolaşmıştı.
Çevresinde yavaş yavaş artan kalabalığın farkında değilmiş gibi şehrin dışına çıkmış, halkın o güne kadar Bozdağ dediği dağa doğru yönelmişti.
Nihâyet sessiz derviş Bozdağ’ın eteklerine gelmişti.
O âna kadar hep öne eğik olan gözlerini ve başını kaldırmıştı; Bozdağ’a bakmıştı. Dudakları belli belirsiz kımıldamıştı.
Kalabalık, bu kımıldayan dudakların arasından pamuk yumuşaklığında bir sesin çıktığını duydu:
“-Destur ya velî!..”
Ve aynı kalabalık, hem bu pamuk sesle birlikte dağın kımıl kımıl kımıldadığını; derin, fakat güvendirici ve inandırıcı bir sesin dağın yan belinden aşağı geldiğini gördüler ve duydular:
“-Destur seninle biledir, ya Hasan!”
Donup kaldılar. Bu ne biçim işti böyle?
Nerden geldiği bile bilinmeyen bu garip dervişi, yıllar yılı Kayseri’yi gölgeleyen Bozdağ nereden tanıyordu? Dağ nasıl konuşuyordu, nasıl kımıldıyordu?